Bir Kitabın Kendime Çevirisi
Bu yazıya başlayacağım kelimeyi seçmek, konuya nereden başlamak gerektiğinden daha çok düşündürdü beni. Nihayetinde, görüldüğü üzere, bir işaret sıfatına kaldı bu iş. “Bazı anlamlara gelmiyor” olmakla beraber kelimelerle algılıyoruz varlığı. Şimdi, mesela, neden sözcük değil de kelime diyorum? Bize bu seçimi yaptıran, özellikle günlük hayatta, sezgilerimizdir. İçimizden öyle geliyor, doğruyu, kendi doğrumuzu ana dilimizde böyle buluyor, yerine göre yeni söyleyişler kuruyoruz. Söz konusu yabancı dil olduğunda ise dil varlığı bizim için, en azından belli bir noktaya kadar, birtakım kurallar ile sınırlanıyor. Dolayısıyla bireydil (bireysel dil veya idiolect) dediğimiz kişisel dil varlığımızın oluşması çok uzakta hatta kimi zaman imkânsız gibi görünüyor.
Hazırlık yılındaki bir mütercim tercümanlık öğrencisi olarak, alan bilgimin sınırlılığının da etkisiyle, bu durumun ortaya çıkardığı endişenin yanına bir benzerinin eklendiğini gördüm: Yazarın kurduğu dili, kendisinin olduğu kadar yarattığı karakterlerin bireydilleri de düşünülmeli, hedef dile aktarma olanağının sınırlı olması. Endişemin farkına varmak, çoğu kez yaptığımın aksine, bir çözüm aramama yol açtı. Uzun açıklamalar arıyordum, ben sorularımı çoğalttıkça onlar esas meseleden uzaklaşıp anlamsızlaşıyorlardı. Belki de ihtiyacım olan, her sözüyle hayatıma bir şeyler katmış edebiyat öğretmenimin ilk defa içimde edebî çeviri yapma arzusunu uyandıran “Bir kitabın çevirmeni, o kitabın hedef dildeki yazarıdır.” cümlesini hatırlamaktı ilk etapta. Oysa ben bir yöntem arayışındaydım. Bu bağlamda, yazın çevirisini ele alan eserler içinde bana en temel ve aydınlatıcı gerçekleri vereceğine inandığım eserlerden biri olan “Çeviri: Dillerin Dili”ne yöneldim. Eser, yalnızca ismiyle bile merak ve endişe içinde çırpındığım zamanın sonlanacağı umudunu veriyordu. Robinson Crusoe’nun Türkçeye ilk tam çevirisiyle 1969 TDK Çeviri Ödülü’nü kazanan edebiyat eleştirmeni, dilbilimci ve yazar Akşit Göktürk’ün bu eserini okurken konu hakkındaki düşüncelerimi yeniden inşa eden bir sürece girmiş oldum. Kitapta gerekli, teorik addedilebilecek bilgiler de yer alıyor, bununla beraber ben daha çok meseleye ne açıdan yaklaşmanın uygun olduğunu aradığımdan teknik kısma çok değinmeyeceğim.
Dil, insanın ve kültürün bir ürünü olarak varlığını sürdürdüğünden meraklılarına insan zihnini keşfetme heyecanı verir. Öte yandan edebiyat; dil, kültür ve insanın ortak eseri olmakla beraber onları değiştirme gücünü de barındırır içinde ve etkisini dil aracılığıyla ulaştırır. Bu bakımdan çeviri eser, hedef dilde ortaya çıkarabileceği veya değişikliğe uğratabileceği anlatım yolları ve sözcüklerin yanında kültürü, toplumu ve dolayısıyla bireylerin hayata bakışını etkilemek gibi ciddi bir sorumluluğu üstlenir. Söz konusu etki kültürel ve bireysel boyuta ulaştığından çeviri yapıtın yansımaları, hedef dilde olduğu kadar o dilde ortaya çıkacak sanat eserlerinde de görünür olacaktır. Bu sebeple Göktürk, dile çeviri yoluyla katılmış eserlerin de o dilde yazılmış eserler kadar etkili olduğunu savunur. Bu durumda çevirmen bir dilde yaratılmış özgün anlatımı bir diğerine o kültürün edebî birikiminde yer alacağı noktayı da gözeterek taşımakla yükümlü olur.
Çeviribilimin kıymetli hocalarından Şehnaz Tahir Gürçağlar (2011, s. 36), bu durumu “bir ağaç gibi köklerinden sökerek yeni bir toprağa dikmek” şeklinde özetler. Peki, kendi kültürümüze bile tam anlamıyla hâkim olduğumuz iddiasında bulunamazken bir başkasını alıp ona kendi içimizde bir yer bulmak ne güçtür! Ancak bu, çevirideki dilin önemli bir unsurudur. Bana bunun en ulaşılır çözümü, bir oyuncu gibi, kaynak dilde o kültürün üstümüzde kurduğu etkiyle oluşan kişiliğimize bürünüp ana dildeki hâlimize seslenmeyi denemek gibi görünüyor.
“Yazın metni dilden oluşur, ama bu dil bir bakıma onun kendine özgü dilidir.” der Göktürk (1994, s. 40) meseleye giriş yaparken. Bilhassa klasik tabir edilebilecek bir eserin çevirisinde, yapıtın kaynak dilde bir öncülük rolü üstlendiği veya hiç değilse yeni anlatım olanakları geliştirdiği göz önüne alındığında, hedef dilde de mevcut olmayan bir özgün dili kurma gerekliliği ortaya çıkar. Bu noktada çevirmen, kitapta Alman dilbilimci Rolf Kloepfer’in değinilen ifadesiyle yazarın yazarıdır, yaratım sürecinin bir parçası haline gelir fakat yaratıcılığı kaynak metnin yazarınca sınırlanır. Bu durumda yazın çevirmeni, bir tablonun replikasını farklı renk ve fırçalarla yeniden çizmeye çalışan bir ressam gibi elinde bulunan dil bilgisel olanaklar, fırçalar, ile üslubunu orijinal esere yaklaştırmaya çalışır. Kimi zaman içeriğin temelini oluşturacak renkleri karıştırıp yeni renkler ortaya koyabilirse de bazen bunun hedef kültürün tonları ile sınırlı kaldığını görürüz. Yazın çevirmenin sanatkârlığı bu bakımdan, kendi sesini geri plana alabildiği ölçüde yücelir fakat yazık ki bu başarı, ressamın aksine, eserden söz ederken çevirmenin göz ardı edilmesine sebep olabiliyor.
Kitabın çeviri eleştirisinin ele alındığı bölümünde de Akşit Göktürk, yazın kuramcılarının çoğu kez bu alana kayıtsız kaldıklarından yakınır. Oysa, söz gelimi, en temel kabul edilen dünya klasiklerini düşünecek olsak dilimizdeki ve kültürümüzdeki etkilerinin çevirmenin kelimeleriyle mevcut olduğunu görürüz. Öte yandan çeviri eleştirisinde yöntem meselesi de alanın ilerleyişini güçleştirmektedir. Eleştiri, eseri bilimsel bir düzleme koymayı gerektirir her şeyden önce, bu da yüzeyselleştirme tehlikesini ortaya çıkarır. Şair Özdemir Asaf’ın (2009, s.91) edebiyat bilimini tanımladığı “Bilimi sanata yücelten, sanatı bilime indirmek isteyen yazılar.” sözü bu alan için de geçerli hâle gelebilir bu durumda. Yine de edebî makalelerin eserleri kavrayışımıza yeni bir boyut kazandırması gibi yazın çevirisi eleştirileri de hem eserin orijinaline ve yazara daha çok yaklaşmamızı hem de eserdeki çevirmen sesini duymamızı sağlayacağından bir başka kanıta gereksinim duymaksızın kendi önemini ortaya koyuyor.
Yöntem ve doğru arayışımın sonucunda doğrusu değil güzeli olduğunu gördüm çevirinin, bir sanat olduğunun yeniden farkına vardım. Belli bir yolu takip ederek değil yeni bir yol açarak yapılıyordu yazın çevirisi, dilin içinde yeni bir dil kurarak. Zaten çevirisine hayran kalıp bu anlatımın ortaya çıktığı dili öğrenmeye yöneldiğim “Kayıp Zamanın İzinde” eserinin çevirmeni Roza Hakmen’in yarattığı dilin büyüsü, sanattan başka bir yolla açıklanamazdı. Ayrı kültürler arasında kendinize ait olmayan bir dili yeniden yaratmak… Sanat ve tekniği bir arada ve ustalıkla kullanmak…
Belki de sanat üstüne yazdığımız deneme, eleştiri ve incelemeler kendi içimizdeki dile çevirimizdir eseri; onu kendi sözcüklerimizde zihnimizde yeniden yaratma çabamızdır.
Sena SUBAŞI
KAYNAKÇA
GÖKTÜRK, Akşit (1994). Çeviri: Dillerin Dili. Yapı Kredi Yayınları
TAHİR GÜRÇAĞLAR, Şehnaz (2011). Çevirinin ABC’si. Say Yayınları
ASAF, Özdemir (2009). Kırılmadık Bir Şey Kalmadı. Yapı Kredi Yayınları