Edebiyat

Soğan – Kısa Öykü

Her ne kadar Rusça bilmesem de Rus kültürü ve edebiyatına her zaman bir sevgim ve ilgim olmuştur. Bu öykü de yıllar içinde yaptığım birikimin bir ürünü. Rusçayı bilen ve Rus kültürüne benden daha çok vakıf olanlar öykümde herhangi bir hata veya sürçülisan görürlerse şimdiden affola.
Soğan
Dmitriy Alekseyeviç evinde oturuyordu. Evi üçte biri bir paravanla ayrılmış bir odacıktan ibaretti. Paravanın arkasındaki küçük kısımda tek kişilik, geceleri çok hareket ederse sırtına yayları batan yatağı ve küçük bir şifonyeri vardı. Şifonyerin üstünde küçük bir ayna, su tası, sürahisi ve tıraş aletleri vardı. Bu paravanı ve tıraş aletlerini küçümsememek lazım. Yıllar önce Moskova’da bir genç adamken bir antikacıda bulmuştu paravanı. Gerçi o kadar tozluydu ki ilk başta onu pek önemsememişti ama sonra şans eseri ışık paravanın arkasından öyle bir vurmuştu ki Dmitriy o toz yığının ardında bir kiraz çiçeği motifini açık seçik görebilmişti: Bu gerçek bir Japon işi paravandı! O sırada antikacıda sadece küçük bir oğlan olan çırak vardı – yardımcı demek daha doğru olurdu; muhtemelen antikacı çay içmeye gittiğinde dükkana göz kulak olmak, ortalığı süpürmek ve birileri bir şeyler aldığında onları araçlarına yüklemelerine yardım etmekten başka işi yoktu orada. Oğlana yaklaşıp paravanı ne kadara sattıklarını sordu. Oğlan, patronunu beklemesini çünkü fiyat biçmeyi kendisinin bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Dmitriy paravanın ne kadar eski ve kirden rezil hâle geldiğinden, muhtemelen patronunun onu bedavaya bile vermeye hazır olacağından ama kendisi iyi yürekli bir insan olduğu için bu çöpe para vermeye razı olduğundan bahsetti. Paravan küçük çocuğu pek etkilemişe benzemiyordu bu yüzden kısa sürede Dmitriy’e inandı ve onun uzattığı parayı aldı. Dmitriy de paravanı sırtlanıp o sırada kalmakta olduğu pansiyon odasına götürdü. Muhtemelen zavallı çocuk patronuna olanları anlatınca sıkı bir fırça ve ensesine de birkaç tokat yemişti bu yüzden paravanı odasına yerleştirdiği ilk gün içi acıdı Dmitriy’nin. Sonraki günlerde birkaç sıva malzemesi alıp kiri kazımaya başladı. Yan odada komşusu olan bir güzel sanatlar akademisi öğrencisi vardı. O da altındaki resmi bozmadan tozu ve kiri gidermesinde ona yardımcı oldu. “Onca tozun altında gördüğü bir çiçek için şehirde karın tokluğuna çalışan bir köylünün bunca zahmete gireceğini düşünmezdim. Yoksa sen okumuş bir adam mısın Dmitriy Alekseyeviç?” diye sormuştu öğrenci tamamen temizledikten sonra paravanı izlerlerken.
“İlkokuldan sonra okumadım ama annem ben küçükken ölmeden önce “Sende güzel şeyleri gören göz var Dmitriy,” demişti. Ona, daha bacak kadar boyumla, bizim köyün kilisesindeki ikonaların altınlı boyalarının en güzel öğleni iki saat kadar geçe güneş gibi parladıklarını söylemiştim. Bir öğleden sonra yürüyüş yaparken dediğimi teyit etmek için kilisenin penceresinden içeri baktık ve gerçekten de öyleydi. Sonra da annem bunu söylemişti.”
Dmitriy aslında terzilik öğrenerek büyümüştü ama Moskova’ya geldiğinde berberliğe başlamıştı. Şehre ilk geldiğinde elindeki parayla bahsettiğimiz odayı kiralamış sonra iş aramaya başlamıştı. Sokaklarda araştıran gözlerle gezerken yaşlı, somurtkan bir berberin dükkanın önünde yorgun bir şekilde çay içtiğini gördü. “Senin çırak bugün izinli galiba, daha gün ortasına bu kadar yorulduğuna göre,” dedi sevecenlikle.
“Sana ne, hem benim çırağım falan yok,” dedi yaşlı adam gözlerini kaldırmadan.
“Nasıl olur? Seninki gibi mahallenin köklü ve saygın işletmelerinden birinde bir çırak bile olmaz?”
Yaşlı Adam Dmitriy’i yan gözle süzdü ve “Niye uğraşıyorsun ki? Çırak olmak için fazla yaşlısın,” dedi.
“Ben memleketimde terzi olarak yetiştirildim yani ellerim çabuk öğrenir.”
Yaşlı adam biraz düşündü ve dedi ki “Tamam ama işleri yine de usulüne göre yapacağız. İçeride yıkanması gereken havlular var, sandalyenin üstünü de sil, hadi!”
Dmitriy birkaç ay yaşlı adamın ayak işlerini yaptı. Çok iyi anlaşır oldular. Dmitriy ilk iki haftada dükkanın müşterisinin belli olduğunu anladı. Her zaman aynı küçük memurlar geliyordu. Zamanla Dmitriy sayesinde dükkanın temizliği ve konforu çok daha arttığı için daha fazla memur gelmeye başladı. Dmitriy karlarıyla yaşlı ustayı birkaç yumuşak yeni havlu, iki krem ve bir şişe kolonya almaya razı etmişti. Hem müşterilerinde uzun zamandır görmediği memnuniyetten hem de uzun zamandır yapamadığı kardan çok mutlu olan usta sık sık “Sen şu Tverskaya’daki dükkanlarda çalışmalıymışsın oğlum! Kafan bu işlere basıyor,” diyordu beraber çay içerlerken. Bazı günler beraber bir meyhaneye ringa balığı yemek ve votka içmek için gittikleri de oluyordu. Dmitriy kendisi gibi genç insanların çevrelerine ve eğlencelerine katılıyor, tatil günlerinde geziyordu. Sık sık tiyatroya gidiyorlardı. Aralarında gitar çalanlar ve güzel şarkı söyleyenler olunca kızarana kadar şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Dmitriy yalnız başına uzun yürüyüşlere çıkmayı da seviyordu.
Bir gün dükkandaki eski sandalyeyi de koyu yeşil ve pırıl pırıl bir berber sandalyesiyle değiştirdiklerinde usta Dmitriy’e artık jileti onun da eline alma vakti geldiğini söyledi. Dmitriy müşterileri kesmemek için çok çaba harcadığından ilk başlarda işi çok ağır yapıyordu ama gittikçe eli alıştı. Sakal ve bıyık kesmekte ustalaşınca bu sefer onlara şekil vermeyi öğrenmeye başladı. Bazen fikir almak için dergi ve gazetelerdeki fotoğraflara da bakıyordu. Çok da hoş sohbetti doğrusu Dmitriy ve ellerinin güzel kokmasına ve temiz olmasına çok özen gösteriyordu. Kimse bunu ona söyleyemiyordu ama yaşlı ustanın gözü görmediği için tırnaklarının arasında çoğu zaman kirler kalıyordu. Dükkana gelen memurların rütbesi yükselmeye başladı. Usta ve Dmitriy de onlara uygun bir ortam olsun diye dükkanın duvarlarını yeni baştan sıvattılar ve parkeleri değiştirttiler. Bir süre sonra Dmitriy’i evine çağıran bakanlık uzmanları ve bir müsteşar bile oldu. Dmitriy’nin cebi para görüyordu doğrusu. O sıralarda kur yaptığı tezgâhtar şirin kıza minik bir şişe Fransız parfümü ve ipekli eldivenler aldı.
Yaşlı ustanın ölümü çok ani oldu. Bir pazartesi sabahı usta dükkana bir türlü gelmedi. Dmitriy de onun oturduğu oldukça da yakında olan sokağa gitti. Tam onun küçük dairesine çıkacakken merdivenden aynı anda birkaç adam orta boy bir tabut indiriyorlardı. Bir bekçi Dmitriy’nin arkasında belirdi ve dedi ki “Yaşlı berber aslında Cumartesi gecesi uykusunda ölmüş. Alt katta oturan yaşlı kadın iki gündür onun dairesinden tıkırtı bile gelmediğinden yukarı çıkıp bu kimsesizin bir rahatsızlığı olup olmadığına bakmak istemiş. Kapıyı çalıp çalıp cevap alamayınca beni çağırdılar. Bir genç adamla omuzlayıp kapıyı kırınca onu yatağında uyurken bulduk. Yüzünde öyle huzurlu bir ifade vardı ki mutlu rüyalar görerek mışıl mışıl uyuyor sandık. Oğlan uyandırmak için omzuna dokununca ihtiyarın buz gibi olduğunu söyledi. Yüzünden kanın nasıl çekilmiş olduğunu da o zaman fark ettik. Sonra da bir cenaze levazımatçısı ve bir hekim çağırdık. Hekim “Doğal ölüm, eceli sessizce gelivermiş,” dedi. Biz de tam sana haber salmak üzereydik ki sen geldin. İşte böyle Dmitriy Alekseyeviç, Tanrı günahlarını affetsin.”
Dmitriy ilk olarak ustanın cenazesini kaldırttı. Kara kara adamcağızın malını mülkünü ne yapmak gerektiğini düşünüyordu. Dükkanı kendi üstüne alıp adamın herhangi bir birikimi veya mal varlığı varsa satıp kiliseye veya bir üniversiteye bağışlayabilirdi. Bu planı uygulamak için devlet dairesine ilk gittiğinde derin bir nefes aldı ve Tanrı’ya işlerin tahmin ettiği kadar uzamamaları için yalvardı. Fakat hiçbir şey beklediği gibi olmadı. Devlet dairesinde merhumun kayıtlarına bakınca kendisinin bir kızı olduğunu söylediler. Dmitriy, kızın adresini öğrendi ve hemen babasının dükkanı ve birikimleri hakkında ne yapacağına karar vermesini ve hangi kilisede olduğunu belirttiği mezarına gidip ona saygı ve sevgilerini göstermesini söyledi. Dmitriy pekala kendi birikimiyle küçük bir dükkan açabilirdi. Hatta acaba dükkanı ustanın kızından satın alsa mı diye de düşünmüştü. Sonra biraz daha çalışıp biraz daha para biriktirince o şirin tezgahtar kızla evlenebilirdi. Şirin tezgahtar kızın da uzun flört döneminden sonra bunu beklediğini seziyordu. Ama Dmitriy’nin aklında bambaşka şeyler vardı. O artık berberlik yapmak istemiyordu, gençliğinin en güzel yıllarını da doya doya Moskova’da geçirdiği için artık şehrin o eski ihtişamlı büyüsü kayboluyordu. Dmitriy son bir defa dükkana girdi ve geçen hafta aldığı ama henüz eski takımı atıp kullanmaya başlamadığı yeni tıraş takımını aldı çünkü eve dönmeye karar vermişti. O çam ormanın yanındaki köye. Gerçi hemşerileri muhtemelen ek kazanç için o ağaçları kesmişlerdi. Yerine yenilerini dikmişler miydi acaba? Vanya Dayı oyununu izlemeye gittiğinde karakterlerden biri Rusya’da doğanın her geçen gün daha da yok edildiğini söylüyordu. Ne fark ederdi ki? Dmitriy çamsız ya da çamlı evini istiyordu işte. Şirin tezgahtar kız da çok darılıp arkasından beddualar etmesin diye ona bir özür mektubu yazdı ve bir gün onu sevip hayattaki biricik mutluluğu onunla beraber bir hayat sürmekte görecek bir adamla karşılaştığında düğünlerinde kendisinin de katkısı olsun diye Moskova’da yaptığı birikimlerin yarısını da ona gönderdi.
Köyüne döndüğünde çam ormanı duruyordu, sadece küçülmüştü. Çocukken beraber oynadığı herkes büyümüş çoluk çocuğa karışmıştı. Tanıdığı bazı yetişkinler ve ihtiyarlar da ölmüştü. Dmitriy Moskova’ya, duvarcı babası kilisenin çatısındaki bir sorunu marangozla çözmeye çalışırken merdivenden düşüp ölünce gitmişti. Köye gelince onu tanıyanlar, yani eski arkadaşları ve komşuları, o da köyden gittikten sonra ailenin evinde kimse kalmayınca evi bir ahıra veya ek bir depoya dönüştürmek istediklerini ama köyün yaşlı kadınlarından birinin Dmitriy’nin mutlaka geri döneceğini söyleyip oraya herhangi bir şey yapanı çeşitli muska ve kara büyüler yapmakla tehdit ettiğini anlattılar. Aslında kara büyüye eskisi kadar inanılmıyordu artık ama kara büyü yaparım iddiasında olan kişi yeni yetme bir mistik değildi ki. Hayatının belki tamamını böyle büyüler öğrenerek ve öğreterek geçirmiş bir eski topraktı. Onun büyüsünün tutacağı da olabilirdi. Dmitriy yıllarca öyle kalmış evdeki kir ve tozla birkaç gün cebelleştikten ve eşyalarını yerleştirdikten sonra köyde bir terzi olup olmadığını sordu. O gittikten sonra bir süre Dmitriy’nin yanında çıraklık ettiği terzi devam etmiş ama yaşlı bir adam olduğundan ecelinden ölmüştü. Ondan sonra kadınların sırtına fazladan dikiş işleri binmişti. Bu yüzden seve seve ona terzilik görevini verdiler ve ilk gün yığınla sipariş geldi. O da en yakın kasabadan bazı gereçler ve kumaşlar alıp işe koyuldu. Evi hem onun atölyesi hem de barınma mekanıydı. Moskova’dan getirdiği birikimlerini malzeme almaya harcıyor kendisi köylülerin ödedikleri ücretlerle temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bir süre sonra Moskova birikimleri bitti ve her ikisi için de mesleğinden aldığı ücrete bağımlı oldu. Yıllar böylece geçti.
Artık yaşlı bir adamdı Dmitriy Alekseyeviç. Evinden pek çıkmıyordu. Köyün nüfusu da her geçen yıl azalmıştı. Gençlerin çoğu şehirlere gitmiş hatta bazen babalar ailelerini toplayıp şehre gitmişlerdi. Onun gibi geri dönen de olmamıştı. Hatta gitmezlerden önce köy hanında yemek yemeye gittiği akşamlarda yakın masalarda oturan gençlerin geri döndüğü için onu aptal buldukları da kulağına çalınıyordu. Köyde az insan olunca iş de azalmıştı ama yoksunluk çeken bir tek o değildi. Tarlalarda da yeterince çalışacak insan yoktu. Bu yüzden buğday ve arpa üretimi oldukça azalmış yerine her zamankinden çok soğan yetiştirilmeye başlanmıştı. Dmitriy her yedi akşamdan dördünde veya beşinde soğan yahnisi yapıyordu. Onun haricinde de azıcık başka sebzeler, çoğu zaman peynir ekmekle günleri geçiştiriyordu.
Hiç işi olmadığı ve bütün gün oturup Moskova’dan yıllar önce getirdiği birkaç şiir kitabı ve dergiyi yüz bininci kez karıştırdığı bir günün akşamında Dmitriy yahnisi için soğan almaya evinin arkasındaki minnacık depoya gitti. İki soğan alıp döndü. Masaya hiçbir işine yaramayan kumaş parçalarından birini serdi ve soğanları soymaya başladı. Bu soğanlar hayatında gördüğü en acayip soğanlardı. Kavrulmuş soğan, fırınlanmış soğan, yemyeşil olup taze soğana dönmüş soğan, kırmızı soğan, kuru soğan, inci soğan, kaba soğan, tatlı soğan, arpacık soğan, çürümüş soğan görmüştü ama sapsarı ve gaz lambasının ışığında parlayan soğan hiç görmemişti. Soğanın kat kat derisinden tutup bir katman aldı ve burnuna yaklaştırdı. Hiç kokusu da yoktu. Gidip çalışırken kullandığı kelebek gözlüklerini aldı ve soğan katmanına dikkatle baktı ve bir şeye benzetmeye çalıştı. İmkansız olduğu için aklından çıkarmaya çalıştığı bir ihtimal vardı ama en sonunda o, bütün diğer varsayımlarını yıkıp öne çıktı: Bu soğanlar altından olabilirler miydi? Elinin altında kat kat altın vardı. Soğan şeklinde olduğu için altın, soğanın derileri gibi o soydukça ince ince lifimsi parçalar halinde masanın üstünde birikiyorlardı. Acaba depodaki diğer birkaç soğan da altından mıydı? Bu soğanları dikse dünyadaki en zengin insan olabilirdi. Fakat soğanları dikme fikrinden kendine gülerek vazgeçti. Çocukken dinlediği altın yumurtlayan kaz masalını ne de çabuk unutmuştu. Bu soğanları dikmeye kalksa Tanrı’nın açgözlülüğünün cezası olarak bu soğanları normal soğanlara geri çevirmeyeceği ne malumdu? Bu yüzden elindeki soğanlarla ne yapacağını düşünmeye geri döndü. Aslında her şeyi yapabilirdi. Kim bilir o kadar altın kaç bin ruble ederdi? O parayla gidip bir huzurevine yerleşip hayatının sonunu dertsiz tasasız geçirebilirdi. Dur, huzurevine ne gerek vardı? Gidip güzel ormanlık veya bağ bahçelik bir yerde bir villa alıp kendi hizmetçilerini ve bakıcılarını tutabilirdi hatta bunu Fransa’ya gidip bile yapabilirdi. Bunun ardından gelen düşünce onu yine kendine güldürdü. Belki parası ve villası için şirin bir Fransız kızı onunla evlenir, onun ölmesi ve bütün bunları asıl genç sevgilisiyle yiyebilmek için gün sayardı. Moskova’ya da dönebilir ya da Petersburg’a da gidebilirdi. Kendine yeni giysiler ve güzel bir de konak alırsa eski bir burjuvadan farkı kalmazdı. Bütün gün güzel bastonuyla parklarda gezebilirdi. Hiç sağlık sıkıntısı da olmazdı. Elini sallasa en iyi hekimler evinin önünde sıraya girerlerdi. Belki şehirde varlığı fark edilince kibar çevreler onu tanımak isterlerdi. Gerçi öyle bir şey olursa onlara kim olduğunu açıklamak için iyi bir hikaye uydurması gerekiyordu: “Ben bir terzi olarak yetiştim ama şehirde uzun süre berberlik yaptım. Köyüme geri dönüp yıllarca terzilik yaptıktan sonra bir gün bulduğum altından soğanlar beni şu anda karşınızda duran bu büyük evin sahibi, parlak fraklı adam yaptı!” demek pek akıl kârı değildi, hemen bir tımarhaneye gönderileceği kesindi. Bunun gibi birçok hayalleri ve karşısına çıkabilecek sorunları tartıp düşündüğü bir iki saat geçirdi. Masada oturmaktan çok yorulmuştu. Başı da ağrımaya başlamıştı. Soğanlarla ne yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Sonra kafasına dank etti. Bir zamanlar genç, güçlü, sevgilisi, işi ve parası olan bir adamken terk ettiği şehre şimdi sırf eline mucizevi bir şekilde altın geçti diye dönmeye çalışması dünyanın en saçma şeyi olmaz mıydı? Zaten köyü çok zor bulunan ıssız bir yerde olduğundan yıllardır Rusya’da neler oluyor neler bitiyor haberi yoktu. Belki onun bildiği yaşam artık sadece bir peri masalıydı. Birkaç saniye kiraz çiçekli paravanı izledi. İçinde hiç pişmanlık yoktu sadece paravana bakmak zihnini dinlendiriyordu. Hiçbir şey yapmadan da soğanları yok etmeye çalışmak büyük bir aptallık olurdu. İnsan her zaman bir şeyler isterdi, yaşlı, genç ya da çocuk olması fark etmezdi. Peki o ne istiyordu? Gözlerini kapadı ve düşündü. Bir iki dakika sonra gözleri fal taşı gibi açıldı. O kadar heyecanlıydı ki düşünceleri kafasının içinden akıp ağzından döküldü: “Çay” dedi. Pahalı olduğu için kendisine uzun zamandır zevkine göre bir çay alamamıştı. Köylülerin içtiği çayı beğenmiyordu o yüzden başlarda isteğini bastırsın diye onların ikram ettikleri çayları içse de bunu yapmayı uzun zamandır bırakmıştı. Eline bir kalem ve kirli bir kağıt aldı ve en son duyduğu altın fiyatına ve köylülerden duyduğu çay fiyatlarına göre hesap yapmaya başladı: “Bir demlik fincan için şu kadar gram çay kullanıyorsam şu kadar eder. Bir haftada şu kadar, bir ayda şu, bir yılda bu.” Sonra yine durup düşündü. Daha ne kadar yaşayacaktı? Oldukça sağlıklı bir ihtiyardı. Düzgün yürüyebiliyordu. Organlarıyla arası hâlâ iyiydi. Sadece bazen kemikleri ağrıyor, kolay üşüyor ve yavaş hareket ediyordu. Belki sonsuza de yaşayacaktı ama bu biraz düşük bir ihtimaldi. Babası kaza sonucu, annesi de hastalıktan ölmüştü. Eğer ecelleriyle ölmüş olsalardı birinin öldüğü yaşa göre kalan ömrünü hesaplayabilirdi. Biraz daha düşündükten sonra kendisine on senelik daha ömür biçti ve bir yılda çay için harcayacağı parayı onla çarptı. Sonra soğanlardan bu paraya denk gelecek kadar altın aldı ve para kesesine koydu. Artık tek derdi kalan soğanla ne yapacağıydı. Bir ocağa bir soğanlara baktı. Akşam yemeğini çoktan yemiş olmalıydı. İçinden “Bunlar soğan sonuçta, acaba yağa atsam,” diye geçirerek düşündüğünü yaptı ve altın soğanlar kızgın yağa değer değmez beyazlaştılar. Dmitriy kızgın yağın suratına gelmeyeceği şekilde tencereye kafasını yaklaştırdı ve tahta kaşıkla da soğanları yokladı. Artık kokuyorlardı, yumuşak ve esnektiler, bunlar gerçekten soğandı! Yahni yapmayı gözü yemedi. Kavurduğu soğanları hemen kalan bir parça ekmeğin arasına koyup yedi. Sonra gaz lambasını söndürüp yatağına girdi ve alacağı güzel çayı düşünerek uykuya daldı.