Tarih

Varoluşçuluğun İran’a Gelişi

Peter Adamson ve Hanif Amin Beidokhti Fars kültürlerarası yorumlar üzerine.

Avrupa ve Kuzey Amerika’daki akademisyenlerin ve öğrencilerin Afrika, Çin, Hindistan ile İslam dünyası gibi ‘Batılı olmayan’ felsefi geleneklerle giderek daha fazla ilgilendiği bir zamanda yaşıyoruz. Avrupa felsefi gelenekleri, uzun zamandır diğer kültürlerin ilgisini çektiğinden Batı akademisi gecikmeli de olsa bir iltifatla karşılık veriyor.

İslam dünyasında felsefe, ilk olarak eski Yunanca eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle kısmen gelişti. Bin yıl sonra, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Türk aydınları Darwin, Durkheim ve Comte gibi isimlerle yakından ilgilenmeye başladı. Daha yakın bir tarihte Avrupa felsefesiyle karşılaşma ise İran’da gerçekleşti. Farsça’ya yapılan çeviriler sayesinde, yirminci yüzyılda Avrupa’daki çeşitli felsefi akımlar İranlı düşünürlerin dikkatini çekti. Bunlardan biri varoluşçuluktu.

İran’daki filozofların Sartre ve Heidegger gibi yazarların fikirleriyle ilgilenmek için özel nedenleri vardı. Varoluşçuluk ve Fars geleneğinin merkezinde yer alan ‘varoluş felsefesi’ arasındaki rezonans bu nedenlerden biriydi. İran’ın önde gelen filozofu Morteza Motahhari (ö.1979) “Diğer varlıklarla karşılaştırıldığında insanın belirli bir doğaya sahip olmadığı ve kendi doğasını kendisinin oluşturduğu iddiası[1], bizim felsefemizde özellikle de Molla Sadra’nın felsefesinde farklı terminoloji ve farklı yöntemle çok daha sağlam temellerde gösterilmiştir” açıklamasını yapmıştır.

Moṭahhari, İran’ın erken modern döneminin en büyük filozofu Molla Sadra’ya (ö. 1640) atıfta bulunur. Yaklaşımın bir farklılığını usulüne uygun olarak kabul ederken, varoluşçuluğu Sadra’nın varlığın önceliği teorisine (asâlet’ül vücûd) bağlar. Fakat bunu anlamak için daha da geriye, Latince’de Avicenna olarak bilinen İranlı filozof İbn-i Sina’ya (ö.1037) bakmamız gerekiyor. Kendisi Avrupalı filozofların, özellikle de Aristoteles’in fikirlerinin yaratıcı bir uyarlayıcısıydı. Aristoteles’e eklediği şey, ‘öz’ ve ‘varoluş’ arasındaki ayrımdır. Bunun için üçgen örneğini vermiştir. Sadece bir üçgenin doğasını düşünerek, temelde üç kenarı olduğunu bilebiliriz; eğer üç kenarı yoksa o bir üçgen değildir. Fakat bununla bir üçgenin var olduğunu bilemeyiz. Bir üçgenin ya da Tanrı’nın kendisinden (‘zorunlu varlık’) başka her şey için varoluş, bir üçgeni kara tahtaya çizen geometrici gibi dış bir nedenden gelmelidir.

Bu ayrım, bazı filozofların zihin dışındaki nesnelerin varlıklarının yanı sıra özlerinin de olduğunu düşünmeleriyle, bazılarının ise bundan şüphe duymasıyla yüzyıllarca süren bir tartışmaya neden oldu. Onlar için ayrım sadece kavramsal bir ayrımdı. Zihnin dışında tahtada sadece üçgen vardır, ancak onu iki farklı açıdan düşünebiliriz, üçgen olması (öz) veya gerçekliğe (varlık) sahip olması.

Sadra konuya yeni ve oldukça şaşırtıcı bir yaklaşım getirdi. Aklın dışında sadece Tanrı’dan gelen ve bir kaynaktan çıkıp çeşitli şiddetlerde kendini gösteren ışık gibi farklı derecelerde görünen varlık (vücûd) olduğunu söyledi. Bir şeyleri birbirinden ayırt etmek, şu bir üçgendir şu bir karedir demek için ‘özler’e başvururuz ancak bu statik kategoriler sadece e sürekli değişen varoluşu bölmek için kullandığımız kavramlardır. Özlerin insan zihninin dışında hiçbir gerçekliği yoktur.

Açıkçası, Sadra’nın felsefesi varoluşçulardan çok farklı bir arka plana ve niyete sahipti. Diğer şeylerin yanı sıra, Sadra, Batılı varoluşçular gibi öncelikle bireysel insanın varoluşsal durumuyla ilgilenmiyordu. Onun tanımı tüm varlıklar için eşit derecede geçerliydi. Yine de Sartre, sürrealist yazar Sadık Hidayet (ö.1951) tarafından tercüme edildikten sonra, eserleri İranlı entelektüeller arasından taraftar kazandı ve bazıları Sadra’nın hem Sartre’nin hem de Heidegger’in yaptıklarını öngördüğünü düşündü. Sadra, Aristoteles’ten beri Batı felsefesine egemen olan madde merkezli metafizikten bir çıkış yolu göstermişti. Moṭahharī’nin yukarıdaki alıntıda belirttiği gibi, sürekli değişen bir varoluşa odaklanan bir metafizik, insan varoluşunun istikrarsızca kendi iradesi tarafından şekillendirildiğine dair varoluşçu anlayışla benzerlik taşır. Sadra’nın sabit özleri olmayan istikrarsız metafiziği de aynı şekilde kendini tanımlama için sınırsız bir olasılık sunuyor gibi görünüyor. Motahhari’nin yazdığı gibi, “insanların kendi başlarına sabit bir doğası yoktur.”

Varoluşçuların özgürlüğe yaptığı vurgu, Fars felsefesinin diğer özellikleriyle de yüklüdür. Şii düşünürler, hem ilahi gücün hem de insanın kendi eylemlerinde rol oynadığına ısrar ederek, bazı İslami teolojik okulların determinizmini uzun süre reddetmişler. Motahhari, Avrupa varoluşçuluğunun determinizmi reddetme konusunda çok ileri gittiğini öne sürmüştür. Sartre’ın betimlediği umutsuz, radikal özgürlük ona daha çok, Tanrı’nın eylemi tamamen insanlara ‘devrettiği’ ve resmin bütünüyle dışında kaldığı izlenimini veriyordu oysa gerçekte insanlar bir şeyleri gerçekleştirmek için Tanrı ile iş birliği yapıyordu.

Bu örnekte görüldüğü gibi, İranlı yazarlar sadece Fransız ve Alman varoluşçuluğunu kendi kültürlerinin entelektüel mirasıyla birleştirmediler. Bunun yerine, genellikle ‘karşılaştırmalı felsefe’ ile ilgilendiler. İki gelenekten birine (veya her ikisine) ilişkin içgörü kazanmak için farklı kökenlerden gelen entelektüel gelenekleri yan yana getirdiler. Bu, Batı felsefesinin diğer felsefi kültürlerden öğrenebilecekleri arasındadır. Görünen o ki, mevcut sömürgecilikten kurtulma ve müfredatın genişletilmesi konusundaki tartışmalardan çok daha önce, bu diğer kültürler dışardan gelen fikirlere açıktı.

Yazan: Peter Adamson

İngilizceden Çeviren: Nur Betül Gönen

Düzenleyen: İsmail Çiçek

Kaynak: https://philosophynow.org/issues/145/Existentialism_Comes_to_Iran


[1] Varoluşçuluk’ ya da ‘varoluşun özden önce gelmesi