Edebiyat

Sarı Duvar Kağıdı Öyküsü

“Sarı Duvar Kâğıdı” Charlotte Perkins Gilman’ın yazmış olduğu bir kısa öyküdür. 1892 yılında kaleme almış olduğu eserinde postpartum yani doğum sonrası depresyonunu ele alan yazar, kendi hayatından ve deneyimlerinden yola çıkarak öyküsünü kurgulamıştır.  Yaşadıklarını gizli bir günlük şeklinde aktaran baş karakterimizin adı öyküde belirtilmemiştir. Muhtemelen bu yöntem okuyucunun karakterle kendini özdeşleştirip empati yoluyla kendini daha yakın hissedebilmesi, karakterin duygularını ve yaşadıklarını özümseyebilmesi için kullanılmış bir yöntemdir. Eser on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmış olan realizm akımının tesirlerini taşımaktadır, zira realizm akımının ana temalarından olan toplumsal sınıfların belirginleşmesi, eserlerde karakterlerin psikolojileri, yaşadıkları ortam ve karakteristik özellikleri detaylarıyla betimlenmektedir. Gilman da öyküsünde baş karakterin duygudurumunu incelemekle birlikte kadın ve erkek eşitsizlikleri, kadının evlilikte ikincil konumda olmasını ve cinsiyet rolleri gibi temaları işliyor. Amerikalı yazar, gazeteci ve sıkı bir kadın hakları savunucusu olarak feminist kimliğe sahip olan Gilman, eserinde de kadınların toplumdaki konumu ve kadınlara nasıl davranıldığı açısından oldukça gerçekçi bir analiz de yapmaktadır. Öyküsünde işlediği temaları özellikle sarı duvar kâğıdı sembolüyle somutlaştıran yazar, baş karakterin duvara olan takıntısının günden güne artmasını ve duvarın simgelediği fikirleri okuyucuya sunmakla birlikte daha açıklayıcı olması açısından karakterin gizlice tutmuş olduğu günlük de sindirilmiş bir kadının kendisini ifade etme ihtiyacını vurgulayan güçlü yansımalarından biridir.

            Öyküyü daha yakından inceleyecek olursak, duvarlar kadınların bir kafes içerisine hapsolmuş gibi hissetmelerine yol açan toplumsal normları ve kısıtlamaları temsil ederken, sarı renk de hem zekâyı, aklı, umudu hem de soluk hastalığı simgelemektedir. İlk gördüğünde nefret etmiş olduğu işlemeli sarı duvarların kendisine birçok şey çağrıştırdığı çıkarımına ulaşmak mümkündür. Eserde karakter sarı renkli duvar kâğıdını “artistic sin” olarak tanımlamakta ve belki de kendisine hiç danışılmadan biçilmiş olan toplumsal rolü bizzat karşısında dikilirken görmüştür ve kendisine bambaşka bir açıdan bakmayı sağladığı amacıyla duvar kâğıdından nefret etmiştir. Ne var ki bu nefret önce ilgiye sonra takıntıya dönüşmüş ve en sonunda bir ayna görevi görerek duvarın içinde hapsolmuş kadın veya kadınların sıkışıp kaldığını ve duvar kâğıdını yırtarak kadını veya kadınları kurtarabileceği düşüncesine kendini inandırmıştır. Öykünün birinci tekil şahısla yani kahraman bakış açısıyla yazılmış olması bizlere her şeyi kendi bakış açısıyla sunduğu ve bu sebeple güvenilir olmayan “unreliable narrator” olabileceği fikrini verse de aslında hikâyede tam olarak şahit olduğumuz şey bir kadının duygu ve düşüncelerinin nasıl da zaman içerisinde değişebildiğini ve buna nelerin sebep olduğunu işaret etmesi açısından bambaşka bir yoruma yol açmaktadır. Öyle ki ana karakter başta kocasına oldukça bağlı, onun kendisine bakıma muhtaç minik bir bebekmiş gibi davranmasından memnun iken zamanla asla fikirlerini dinlememesi, ‘sen bilmezsin ben bilirim senin adına da ben karar veririm’ şeklindeki ataerkil toplumun normalleşmiş düşünce yapısının tesirleri ana karakterimizi soğutup, kimseye güvenemez hale getirmiştir. Saatlerce sorguladığı ve istirahat tedavisi sebebiyle hiçbir aktivite gerçekleştiremediği için -ki buna kendi çocuğuyla ilgilenmesinin bile resmen yasaklandığı, kısıtlandığı gerçeğini eklemek isterim- tek yapabildiği düşünmek ve sorgulamak olmuştur. Her şeyi daha net görmesine yardımcı olan şey ise düşüncelerini ve hissettiklerini gizlice günlüğüne aktarmasıdır. Ana karakterimiz hayal gücünü ve yaratıcı aktivitelerinin hepsini kısıtlayan kocası ve doktoruna öykümüzün sonunda karşı gelecek, duvar kâğıdını söküp atacak ve duvara hapsolmuş kadını -belki de kendisini- özgür bırakmış olacaktır.

            Gerçek hayatta ise, Gilman’a o zamanlar ülkenin önde gelen sinir hastalıkları uzmanı olan Dr. S. Weir Mitchell tarafından sıklıkla kadınların durduk yere yaşadığı bir sendrom gibi lanse edilen “geçici sinir depresyonu” olarak tanı konulmuş ve tedavi amacıyla “rest cure” adı verilen yoğun istirahat tedavisine maruz kalmıştır. Gilman, aylarca entelektüel açıdan kendini iyi hissettirecek şeyler yapmasına olanak tanımayan, günlük aktiviteleri dışında pasifleştirildiği bu tedavi biçiminin hiçbir işe yaramadığı gibi aksine daha da insanı kötüleştirdiğini bizzat kendi deneyimlemiş olmuştur. Yaklaşık altı ayın sonunda bir şeyler yapmazsam delireceğim endişesiyle kaleme almaya başladığı eserini yazmayı bitirdiğinde doktoruna da bir örneğini göndermiştir. Kendi yaşadıklarını yaşayan başka kadınların olduğunu ve tek başlarına bu zorlu süreci ve sözümona tedavi yöntemine karşı göğüs germek zorunda kaldığının bilincinde olan Gilman, bu eseri onlara iyi gelmesi amacıyla yayınlamıştır. Ancak dönemin doktor ve psikologlarının erkek merkezli olması ve bu ünlü tedavi yönteminin çok başarılı olduğuna inanan kesim yalnızca bir “gothic” kurgusu olabileceğini ve okuyucuyu ürkütecek bir korku hikâyesinden öteye geçemeyeceğini söylemişlerdir. Oysa Gilman “Why I Wrote The Yellow Wallpaper” adlı yazısında da belirttiği gibi kendi deneyimlediği kapana kıstırılmış hissiyatı duyumsayan kadınlara büyük bir hevesle kendilerini ifade etmek istediklerini bildiğini ve kendisi gibi diğer tüm bu tarz kısıtlamalara, ayrımcılıklara ve tedaviye maruz kalmış kadınları anladığını, kendisinin de onlardan biri olduğunu ama kendini iyi hissettiren, sevdiği şeyleri yaparak kurtulduğunu aktarmak, kadınların kendi kendilerini kurtarmaları ve sonlarının öyküdeki karakterin sonu gibi olmaması adına yazmış olduğunu belirtmiştir. Söylenen o ki; Gilman öyküsünü sinir hastalıkları uzmanına yani doktoruna gönderdikten sonra hiç cevap alamamış ancak doktorun tedavi yöntemini kökten değiştirdiğine yönelik kuvvetli argümanlar bulunmaktadır. Ayrıca hayatlarına dokunduğunu bildiği ve yazısında da örneklerini verdiği birkaç kadının da bu öykü sayesinde kendilerini iyileştirdikleri bilinmekte. İşte bu sebeple, “Sarı Duvar Kâğıdı” edebiyatın gücünü ortaya koyan örneklerden bir tanesidir. Oldukça güçlü temalar ve fikirler barındırması açısından yalnızca kadınların değil erkeklerin de okuması gereken değerli bir eserdir.

Yazar: İzel KILIÇASLAN